Atatürk'ün Huzurunda
ATATÜRK'ÜN
HUZURUNDA Zaferden sonra,
ATATÜRK'ün İstanbul'a ilk gelişleriydi. 1927 Temmuz ayına rastlamaktadır.
Zamanın ünlü yazarlarından
Ahmet Rasim Bey, Tanburacı Osman pehlivanla beni, bir akşam Dolmabahçe Sarayı'na
götürmüştü. Anadolu'dan İstanbul'a tahsile gelmiş 17- 18 yaşlarında bir gençtim.
Ahmet Rasim Bey, beni Kadıköy şark musıkisi cemiyetinden tanıyordu. Bağlama
çaldığımı da bildiği için ATATÜRK'e beni de dinletmek istemiş.
O sırada (1927)
halk musıkisi diye meydanda bir şey yoktu. Köylerde kapalı bir folklor hayatı
vardı.
Memleketimizde
henüz yeni kurulmuş, İstanbul büyük postanesinin üst katında yayınlar yapan
radyoda, ağırlığını klâsik Türk musıkisi fasılları teşkil eden programlar arasında,
Halk musıkisi olarak, bir Tanb. Osman pehlivan, bir de ben vardım.
O zaman yeni bir
hareket sayılan bu yayınları ATATÜRK dinlemiş, ya da dinleyenlerden duymuş olacak
ki, daha önce tanıdığı Osman pehlivanla beni de dinlemek istemiş olacaktı.
O akşam böyle seçkin
bir toplantıya ilk kez girmiş olmanın hele ATATÜRK gibi gönlümüzde yüceliğini
hissettiğimiz büyük bir insanın huzurunda bulunmanın aşırı heyecanı içinde,
salona girdiğimde, uzun yemek masasının baştarafında oturan ATATÜRK'ü yüreğim
çarparak selamladım. Başını hafifçe eğerek salamımızı aldı.
Ahmet Rasim Bey'i
gayet nazik bir gülümsemeyle:
- Şöyle buyrun,
Ahmet Rasim beyefendi, diye yanına çağırdı.
Bizi, büyük yemek
masasının karşısına gelen yerde, küçük bir masaya oturttular.
Bir Anadolu çocuğu
için, ilk anda bana garip görünen, beyaz ceketli, papyon gravatlı, siyah pantolonlu,
gayet şık garsonlardan biri yanımıza gelerek: Ne içeceğimizi, sordu. Osman pehlivan,
rakı istedi. Biraz sonra, küçük bir sürahi rakı, küçük tabaklar içinde çeşitli
mezelerle sofrayı donattı, bardaklara rakı koyarak gitti.
Ben içki içmediğim
için, kadehe el sürmedim. Osman pehlivan, bardaktaki rakıyı bir hamlede içti.
Boğazına son derece düşkün bir adam olan pehlivan, küçük tabaklardaki mezeleri
de sildi süpürdü.
Kaçamak bakışlarla
ATATÜRK'e bakıyordum. Son derece hareketli mimiklerle konuşuyordu. Ne konuştuğunu,
aradaki mesafe dolayısıyla pek duymuyordum.
Bir ara gözü bize
ilişti, yerinden kalktı, bize doğru geldi, ayağa kalkarak tâzimle selamladık.
Osman pehlivanı
evvelce tanıdığı için, Rumeli şivesiyle:
- A be pehlivan
ağa, tamburayı sıpırtıriyermisin ba? diye takıldı. Osman pehlivan, aynı şive
ile cevap verdi:
- Arada kâzi (sırada)
sıpırtıriyerim be paşam.
ATATÜRK, sofradaki
boş tabakaları görünce, durumu anlamış, garsona işaret ederek, sofrayı yeniden
donatmasını istemişti.
Ahmet Rasim Bey,
beni takdim etti:
- Efendim, Anadolu
sazı çalışıyor, istidatlı bir genç.
ATATÜRK, hafif
bir gülücükle elini uzattı. Saygı ile elini öptüm, eli sıcak ve yumuşaktı. Biraz
ötede bir koltuğa oturdu. Tanb. Osman pehlivanın çalıp okuduğu birkaç Rumeli
Türküsünden sonra, Ahmet Rasim beyin bir işaretiyle bir zeybek havası çaldım.
ATATÜRK, aynı havayı bir kere daha çalmamı istedi. Tekrar çaldım, bitirdikten
sonra, ayağa kalktı, yanımıza geldi. Bana hitap ederek.
- Güzel çalıyorsun,
dedi. Bu sazı nerede öğrendin?
- Safranbolu'da
öğrendim efendim.
- Sen oralı mısın?
- Evet efendim.
- İstanbul'a niçin
geldin?
- Tahsil için geldim
efendim.
- Ne tahsil edeceksin?
- Dişçi okuluna
girdim. Türkiyat enstitüsüne (Türkoloji) ve konservatuara da devam ediyorum
efendim.
- O iyi işte, sanatı
bilgi ile techiz etmekte fayda vardır. Heyecanım, yavaş yavaş geçiriyordu. ATATÜRK:
- Bununla (sazla)
bir taksim yapabilir misin? diye sordu.
- Bir bozlak ayağı
yapayım efendim, dedim.
- O ne demek?
- Bir uzunhava
çeşididir efendim.
- Uzunhava dediğin,
gazel gibi bir şey mi?
- Bazı farklar
vardır efendim.
- Ne gibi?
Artık iyice açılmıştım.
Bu büyük insanın, etrafına ferahlık veren yumuşak bir havası vardı. Belli ki,
beni imtihan ediyordu. Sâfiyâne cevaplar verişim, hoşuna gitmiş olacak ki, hafif
bir gülükle beni dinliyordu.
- Gazelin kendine
has üslûbu ve icra tarzı olduğuna, matla, denilen bir girişten başlayarak, zemin,
meyan, karar gibi, şekle ait safhaları bulunduğunu, taban seslerden başlayarak
çıkıcı bir seyirle, Türk musıkisinin sesle yapılan birtaksim niteliği taşıdığını,
uzunhavaların ise, böyle bir şekle tâbi olmadığını, her bölgeye mahsus, değişik
ağızlar halinde, genellikle doruk seslerden başlayarak taban seslere inen, serbest
ölçülü bir ırlama tarzı olduğunu, hiç kekelemeden anlatmaya çalıştım.
ATATÜRK:
- Irlama ne demek?
diye sordu.
- Bozlak tarzı
uzunhavaların yaygın olduğu, yaylacı Türk toplulukları arasında, genellikle
türkü çağırmaya ırlama denildiğini söyledim.
- Haydi öyleyse
dinleyelim, dediler.
ATATÜRK'ün konu
ile ilgilenmesi, hele saz çalışımı beğenmesi, içime bir ferahlık vermiş, cesaretimi
artırmıştı. Bir bozlak ayağı yaparak, bir oyun havasına bağladım.
Bitirdikten sonra,
sazı kendisine vermemi istedi, aldı, tellerine bir iki dokundu ve hiç unutamadığım
şu sözleri söyledi:
"Genç arkadaşıma
teşekkür ederim, bize Anadolu'nun güzel havasını getirdi. Beyler, bu bir Türk
sazıdır. Bu küçük sazın bağrında bir milletin kültürü dile geliyor. Bir milletin
kültür ve sanat hareketlerini ve seviyesini, milli geleneklerine bağlı kalarak,
medeni dünyanın kendisine ayak uydurmaya mecbur olduğumuzu unutmamalıyız, bunu
bu vesileyle ile de söylemekten memnunum. Bu küçük sazın bağrından kopan nağmeleri,
bu istikamette geliştirmeye ve değerlendirmeye kıymet ve ehemmiyet verilmelidir."
Ancak sonradan
not edebildiğim kadarıyla, ATATÜRK'ün bu sözlerini, ileri Türk musıkisinin oluşturulmasında
halk musıkisi kaynaklarından yararlanmanın gerektiğine bir işaret olarak yorumlamış,
bu büyük insanın, askerlik dehası ve büyük devlet adamlığı vasıfları yanında,
Milli Kültür ve Sanatla ilgili görüş ufkunun ne derece geniş olduğuna ve zevk
üstünlüğüne hayran olmuştum.